Uyanış...
Bilinen, görülen, duyulan, hissedilen her şeyden daha uzak bir yer vardı. Tahmin edildiği gibi bembeyaz değildi veya gözleri kör edercesine parlak bir ışıktan oluşmuyordu. Sisle ya da dumanla kaplı değildi. Bir taraf kırmızı, diğer taraf mavi değildi. Sadece bir yerdi işte. Ya da hiçbir yer.
Bir gün o yerden bir çift göz belirdi. Öyle mavi, yeşil veya insan gözünün seçebileceği herhangi bir renk değildi. Belki göz bile değildi. Sadece belirdi işte.
“Ah, ne uzun zaman oldu.”
Uzun zaman olmuştu. Zaman... Öyle aylar, yıllar, saatler değil zavallı insanlar! Çok uzun bir boşluk, hiçlik... Artık uyanma zamanı gelmişti. Zaman...
Bir göz atmalıydı. Neler değişmişti acaba yokluğunda. Yokluk... En başından itibaren bir kontrol etmeliydi, emanetine sahip çıkılmış mıydı acaba? En büyük eserinden başlamalıydı, çok büyük umutları vardı. Umut... Kim bilir neler başarmışlardı, kim bilir bıraktığı yerden ne kadar ileri gitmişlerdi.
Bir tuhaflık vardı ama... Bıraktığında böyle değildi, bu kadar şey değildi... Şey... Şu insanlar nasıl adlandırıyor bunları... Hah, mavi.
Bu kadar mavi değildi. Üzerinde... Hah evet, kahverengi şeyler vardı... Şeyler... Kara parçaları.
E haklıydı kendince tabi. En büyük eseri. İnsanların koyduğu isimle ‘dünya’. Neler olmuştu dünyaya böyle? Yaşam kalmamıştı. İnsan kalmamıştı. Bitki kalmamıştı. Hayvan kalmamıştı. Çok uzun yıllar geçmişti onlar yok olalı. Yıllar... Bu defa insanların bildiği kavram olan ‘yıllar’dan söz ediyorum.
Yıllar... Yüzyıllar... Binyıllar sonra o bilinmeyen yerde uyandı Tanrı. Nihayet.
En büyük eserine baktığında gözlerine inanamadı. Gözlerine... Bu insanlar, kendi aklından ödünç vererek var ettiği kahrolası mahluklar neler yapmıştı böyle. Geriye doğru gitti öğrenmek için. İzledi dünyayı en başından itibaren. İnsanların neler yaptıklarını izledi doğaya, bitkilere, hayvanlara, birbirlerine. Oysa böyle olmasın diye yok etmişti Şeytan’ı. Şeytan’a hizmet eden her şeyi de. Yoksa yok etmemiş miydi? Bilemiyordu. Evet, Tanrı... Bilemiyordu.
Devam etti izlemeye. Bir süre sonra işler ilginçleşmeye başladı, çünkü bir yaratıcınin yolladığını iddia ederek kitaplar yazmaya başlamışlardı insanlar. Diğer insanları buna inandırmaya çalışıyorlar ve çok tuhaf bir şekilde başarıyorlardı da. Ah insanlar... Nasıl düşünmezsiniz... Yazıyı, kağıdı, kalemi, dili, her şeyi var eden sizlersiniz. Tanrı size ulaşmak istese, bunu sizin icatlarınızla mı yapardı?
Zaman geçti, insanlar anlamsız hevesler peşinde koşarken birbirlerini yok etmeye devam ettiler. Git gide çirkinleştiler, acımasızlaştılar, arsızlaştılar, korkunçlaştılar. Bunun yanlış olduğunu savunanlara acı çektirip, onları ölüme mahkum ettiler. Bazıları ise kağıtla, kalemle haşır neşirdi çoğunlukla. Tanrı onları daha çok sevdi. Akıllarını kullanıyorlardı, birbirine zarar vermek yerine. Yazı yazanları daha yakından izledi. O da ne? Kendini bilmezin biri şunu yazmıştı: “Tanrı öldü!”. E ayıp ama. Uyuyordu sadece seni acımasız varlık! Her neyse, yazı yazanları ‘çoğunlukla’ sevdi diyelim o zaman.
Zaman geçti. Zaman... Çok zaman... İnsanlar bütün bu yozlaşmanın sonucunda sadece kendilerine zarar vermekle kalmadılar. Dünya üzerinde var olan her şeyi birer birer yok ettiler. Dünyada var olan en güçlü, en direngen varlık doğaydı. Zamanla doğanın da direncini kırmayı başardılar. Doğa direnmezse insanoğlu var olamazdı, bunu atladılar. Yok oldular.
Şimdi sıra Tanrı’daydı. Ne yapmalıydı? Elleriyle dünyayı bir toz bulutuymuş gibi yok mu etmeliydi? Elleriyle... Yoksa bir şans daha mı?
“Bir şans daha” diye karar verdi Tanrı. Şans... Bu defa her şey farklı olacak. Bütün insanları karşısına aldı. Evet, bütün insanları. Önce en günahsızlardan başladı. Dünyaya hiçbir zararı dokunmamış varlıklardan... Ancak öyle bir canlı yoktu. E, tamam o zaman. Dünyaya büyük bir zararı dokunmamış varlıklar desek? Onlardan da yoktu. Daha soyut düşünelim o zaman. Dünyanın iyiliği için bir şeyler yapmış canlılar... Ah, evet onlardan çok vardı. Onlar dünyaya tekrar gönderildiler. En baştaki dünyaya... Doğanın küsmemiş olduğu dünya... Mavinin ve kahverenginin olması gerektiği yerde olduğu dünya... Aslında Tanrı yeni bir yer yaratmayı bile düşünmüştü, hatta ismi de hazırdı: Cennet. Sonra dedi ki “Dünyadan daha güzel bir yer yaratamam. İnsanlar Cennet görmek istiyorlarsa çevrelerine baksınlar.”
Daha sonra sıra mutlu insanlara geldi. Birbirlerini seven insanlar mutluydu. Birbirleri için bir şeyler yapan insanlar da mutluydu. Bir şeylere emek veren ve o emeğin karşılığını alan insanlar mutluydu. Herkesin mutluluğu için çabalayanlar mutluydu. Onlar da dünyaya gönderildi.
Bir de hiç var olamamış insanlar vardı. Henüz bir hayatları olmadan, dünyadan koparılanlar. Ne kadar da çoklardı. Tanrı’nın tahmin ettiği gibi de hepsi ufak değillerdi. Uzun süre dünyada kalmış, yaşamış, var olmuş olanlar da vardı içlerinde. Kimse onların varlıklarından haberdar olmamıştı. Onlar da dünyaya gönderildi. Peki ya bu insanlar bir hayatları olduğunda dünyayı yok eden o varlıklara dönüşürlerse? Hayır hayır, kötü insanlar kötülük saçmıştı dünya var olduğu sürece. Şimdi o insanların dünyada yeri yoktu. İyi insanlar iyilik saçacaklardı. Tehlike yoktu.
Hal böyle olunca insanlarla doğa tekrar barıştılar. Bütün hayvanlar, bitkiler tekrar gönderildiler dünyaya. Doğalarına...
Tanrı önündeki insan yığınına tekrar bir göz attı. Dünyaya gönderilenler, karşısındaki kalabalığın milyonda biri bile değildi. Bu kadar insanı ne yapacaktı şimdi? Hayatta oldukları sürece dünyaya hiçbir faydaları olmamıştı, şimdi fayda sağlamanın tam zamanıydı. Dünyayı şu ya da bu şekilde yok edenler hapsedildiler; dağlara, okyanuslara, denizlere, göllere, buzlara... Doğaya, sahip oldukları tek faydalı şeyle can verdiler... Bedenleriyle.
Bundan sonrasını ise insanlara bırakmak istedi Tanrı ama onlara eskisi kadar güvenmediğini de fark etti... Ülkelerin var olmasını istemedi; vatanları dünyaydı işte. Farklı ırkların olmasını istemedi; insandılar işte. Bazı şeyler farklı olmalıydı ama yoksa iyi insanları dünyaya geri yollamanın ne anlamı kalırdı. Farklı cinsiyetler vardı, farklı diller, farklı fikirler, farklı hayaller... Aslında farklı olan epey şey vardı ancak Tanrı normal veya anormal kavramlarını istemedi.
Amaç... Tanrı bütün insanların bir amaçları olsun istedi. Ulaşmak için çabalayacakları, bazen başarıp bazen başaramayacakları... Uğrunda kimi zaman gülüp kimi zaman ağlayacakları bir amaçları olsun istedi. Öğrensinler, öğrendikçe öğrenmek, öğrendikçe öğretmek istesinler istedi. Bu yüzden dünyanın geçmişine gittiğinde yakından izlediği insanların kitaplarını da dünyaya gönderdi. Onlar deneyimdi, onlar düşünceydi, onlar hayattı, onlar bazen aydınlık, bazen karanlıktı, onlar hazineydi.
Amaç... Bir amaçları, hayalleri oldukça insanların yaşamak için sebepleri olacaktı. Bir şeyler başarmak, bir şeyler üretmek, bir şeylere ulaşmak... Bu yüzden Tanrı dünyada bazı şeyleri eksik bıraktı. İnsanlar bunların eksikliğini hissetsin ve bunu gidermek için çabalasınlar diye. Tanrı bunları insanlara insanların icatlarıyla anlatmadı; insanlar bunları zihinlerinde, bedenlerinde, hayatlarında hissettiler.
Tanrı’nın gizlice uyguladığı bir kuralı daha vardı. Bir eşik çizdi; bilgiyi, aklı, olgunluğu, mutluluğu ve öğretebilmeyi simgeleyen. Bütün vücudu, organları, hücreleri yerli yerinde olan insanoğlu ancak bu eşiği atlayabildiği zaman sperm ve yumurtalıklara sahip olabilecekti. Artık yoktu öyle bunlara çocuk yaşta sahip olup hayvanlar gibi çoğalmak. Çoğalmak çok büyük bir sorumluluktu, her insanın sahip olması adaletsizlikti. Adalet...
Bir kez daha yorgun düştü Tanrı. Bu defa altı günden de uzun sürmüştü bütün bunları var etmek. Hah, şakaydı canım... Bu altı gün masalını da bir insanı izlerken öğrenmişti: “Tanrı evreni altı günde yarattı”. Günler... Günler, saatler, dakikalar, saniyeler, sayılar... Bunların hepsi insanların yarattığı kavramlardı. Tanrı nasıl yarattığı varlıkların yarattığı kavramlara uygun olabilirdi ki? Tanrı’nın yirmi dört saati, bin dört yüz kırk dakikası olabilir miydi? İnsanlar...
Son olarak Tanrı bir daha uyumama kararı aldı, her ne kadar müthiş bir duygu olsa da. Duygu... İnsanları izleyecekti; yaptıkları her şeyi izleyecek, aldıkları kararları görecek, düşüncelerini dinleyecekti. Tam o esnada birçok insanın zihninde şu soruyu duydu: Ya Tanrı’ya ihtiyacımız olursa, ya sorularımız veya sorunlarımız olursa? Tanrı o zaman son defa bütün insanların ruhunda ses buldu: “Beni bulmak için uzaklara bakmayın, yeterli”.
Yorumlar
Yorum Gönder